Altın konusundaki mitolojik öyküler Midas'la sınırlı değil. 17 Şubat 1923 tarihinde arkeolog Howard Carter, M.Ö. 1343'te ölen Tutankhamon'un mezarını ortaya çıkardığında, buradaki altın miktarı hayal tacirlerini yeniden hareketlendirdi. Bir efsaneye göre, tanrı Osiris, tanrı Anubis'in yardımıyla yeryüzündeki bütün altını ele geçirdi ve bunu Birinci Hanedan'ın firavunlarına verdi. Ama bugün Eski Mısır'ın altın zenginliğinin, özellikle Nübye bölgesindeki madenlerden geldiğini biliyoruz. Bunu kuşkusuz firavunlar da biliyordu. Çünkü "Nub", Mısır hiyeroglif dilinde altın anlamına geliyordu. Ancak o tarihte kimse Nübye'den bahsetmiyor, herkes efsanevi "Punt" diyarından söz ediyordu.
Bir başka efsanevi altın diyarı ise, Eski Ahid'de adı geçen "Ofir" idi. Oradan getirttiği altınlarla, Yahudi kralı Süleyman, Kudüs'teki ünlü Süleyman Tapınağı'nı inşa ettirmişti. Bilim adamları şimdiye kadar "Ofir" diyarının neresi olduğunu tam olarak saptayamadılar. Ama, o tarihlerde altının, Arabistan'dan Fenikeli denizcilerle taşındığı ileri sürülüyor.
Geçen yüzyılın sonlarında Alman arkeolog Heinrich Schliemann, Miken ve Troya altınlarını gün ışığına çıkarınca, dikkatler bu kez de eski bir Yunan efsanesine çevrildi. Acaba büyük ve tehlikeli bir deniz seferine çıkan Argonotlar, dev yaratıklar Kikloplar'la mücadelelerinde galip çıkıp, o ünlü "Altın Vadi"'yi bulmuşlar mıydı? Günümüzde, bu altınların Balkanlar'da ve Kırım bölgesinde yaşayan barbar halkların yağmalanmasından geldiği kanıtlandı. Çünkü, M.Ö. 4000 yılına ait bazı Yunan metinlerinde, Yunanlılar'ın barbar komşu kavimlerin altınından haberdar oldukları açıkça belirtiliyor.
Tutankhamon'un mezarından çıkarılan altın eserler bugün Kahire Müzesi'nde sergileniyor. Altın madenini gösteren bir Mısır haritası...
Mayalar'a ait bu altın disk, bugün British Museum'da sergileniyor. 1800'lerde, Silezya bölgesinde bir başka efsane yayılmıştı. Şeytan, bölgede bir yeraltı krallığı kurmuştu ve buraya giren insanlar büyük acılarla ölüyordu. Aslında olay, tüm madencilerin çok yakından bildiği, grizu gazının etkisinden başka bir şey değildi.
Altın konusundaki en büyük Ortaçağ efsanesi ise, Fafter adlı bir ejderhanın el koyduğu Ren Nehri'nin altınlarıydı. Bu efsanenin gerçeği ise şuydu: Söz konusu altın, Alp Dağları'ndaki madenlerden çıkarılıyordu. Onu ilk keşfeden filozof ve teolog Albert Mago idi. 1342 yılında Salzburg başpiskoposu, bu madenlerin işletilmesini ve çıkan altının küçük teknelerle Ren Nehri boyunca taşınmasını emretmişti. Daha sonra, Latin Amerika'dan getirilen altın daha ucuza geldiği için bu yol terk edilmişti. Yani, altınlara el koyan dev ejderhanın adı, ekonomik rekabet idi.
Kuyumculuğun doğuşu Değerli madenler ve taşlar, insanlık tarihi boyunca kimi zaman güzellik, kimi zaman zenginliğin ve asaletin simgesi olarak işlendi, kullanıldı. Takının tarihi, günümüzden 30.000 yıl önceye, Üst Paleolitik Çağ'a kadar uzanıyor. Ancak uzmanlar, gerçek anlamıyla kuyumculuğun, Mezopotamya'da, Mısır'da ve Anadolu'da, M.Ö. 4. binyılın sonlarına doğru başladığını belirtiyorlar.
Antik takıların karmaşık kompozisyonları, ayrıntılı ve özenli işçilikleri incelendiğinde, akla hemen bunların hangi aletlerle, hangi üstün teknik bilgiyle yapıldığı sorusu geliyor. İnsanın yaratıcı gücünün bir uzantısı olan bu teknik gelişimler, aynı zamanda insanın çevresindeki malzeme ile savaşımının da bir göstergesi.
Kültürün en eski çağlarından itibaren teknik ve insan iç içe... Plastik deformasyonu çok yüksek olan altının bu özelliği, İlk Tunç Çağı'nda biliniyordu. Eski çağların ustaları, saf altını döverek zar gibi inceltebiliyorlardı. Varak ve varak kaplama denilen bu teknik Mısırlılar, Çinliler, Yunanlılar tarafından kullanılmıştı. İslam sanatında altın ve gümüş varaklar, ahşap ve metal eşyanın yanı sıra minyatürlerin renklendirilmesinde, baskı motiflerinde ve elyazmalarında geniş ölçüde kullanılmıştı. Kuyumculuk tarihinin başlangıcı gibi kabul edilebilecek varakçılık sanatı, 19. yüzyıl sonlarında savaş döneminin ekonomik sıkıntıları ve değişen sosyo-kültürel koşullarda hızla geriledi ve unutuldu. Kuyumculuğun tarihi, doğal olarak sayısız tekniklerle dolu. Günümüz kuyumculuğunda seri ve standart üretim için kullanılan santrifüj (merkezkaç) veya vakum gibi döküm tekniklerinin temeli olan kaybolan mum tekniği, delikli süslemeler yapmak için kullanılan ajur, kazıma tekniği, taneleme anlamına gelen granülasyon ya da Türk kuyumculuğundaki karşılığıyla güherse, tombaklama ve mine tekniği bunların belli başlıları...
Uşak/Lydia hazinesi ya da popüler adı ile "Karun Hazinesi" Anadolu'da kuyumculuk ve kullanılan aletlerle ilgili önemli bilgiler sunuyor. Bu hazine içinde yer alan iki tane bronz üfleme borusu ile takı ve heykelcilik üretiminde kullanılan 30 parça bronz kalıptan oluşan kuyumcu aletleri özel bir öneme sahip. Bronz üfleme boruları metalin ergitilmesi sırasında körük uçlarına takılıyordu. Bulunan kalıpların bir bölümü stampa pinçonlarıydı. Bir bölümü de kalıp üzerine konulan ince soy metal levhaların, çekiçlenerek kalıbın formunu alması için kullanılan dövme kalıplarıydı.
Çok yararlı bir yazı olmuş. :)
YanıtlaSilTeşekkür ederım :)
Sil